İşçi sınıfı ya da en azından beyaz kesimi, büyük ulusal gizemimiz olarak kendini gösterdi. Geleneksel olarak Demokrat olan bu kesim aşırı ilgi meraklısı bir milyarderin başkan seçilmesine yardımcı oldu. Liberal çok bilmişler “Bunların neyi var?’ diye sorup durdular. Neden Trump’ın sözlerine inanıyorlar? Gerçekten aptallar mı yoksa dokunulmayacak kadar ırkçılar mı? Neden işçi sınıfı kendi çıkarlarının karşısında duruyor?
Tam olarak tanımlanamayan bu sınıfın içinde doğdum. Gerek dostluklar gerekse ailem nedeniyle bu sınıfa sıkıca bağlı kaldım. 1980’lerde Long Island’daki evimde bir emekçi kültür merkezi oluşturdum. Baş rolde ben değil, Teamster sendikası örgütleyicisi olan eski depo işçisi sabık kocam ve her zaman arkadaşım olan Gary Stevenson vardı. Long Island banliyölerini Manhattan’da çalışanların yatmadan yatmaya geldikleri bir yerleşim alanı ya da (turistik) Hamptonlar’ın girişi olarak düşünseniz de, burası yalnızca Grumman’da 20 bin işçinin çalıştığı bir sanayi merkeziydi. Kızkardesim Colorado’dan gelip, evimizin bodrumuna taşınır taşınmaz bize bir mil mesafede bir iş bulmuştu. Onun gibi binlerce insan daha. Bazıları otobüslerle Bronx’tan getiriliyorlardı. Evimizde akşam ya da haftasonu toplantıları için birçok kamyon şoförü, fabrika işçisi, tamiratçı ve hemşire gibi komşularımızı ağırlıyorduk. Benim görevim kıymalı fasülye pişirip, diğerlerinin getireceği fırın makarnalarına buzdolabında yer açmaktı. Bir gün bir grup makine işçisine “demokratik sosyalizm”’i anlatmaya başladım ve Sovyetler Birliği karşıtı ağdalı bir söyleve kalkıştım. İçlerinden biri “hiç değilse onların sağlık sigortası” var diye homurdanana kadar ilgisizce baktılar bana.
Benim küçük grubum evde toplanırken, işçi sınıfının istekleri her yerde ayaklar altında çiğneniyordu. 1981’de Başkan Reagan 11 binden fazla grevci işçiyi kovarak hava trafik kontrolörlerinin sendikasını dağıttı. Bu gelecek günlerin açık bir belirtisiydi. Birkaç yıl sonra, Minnesota’da Hormel’e karşı yasadışı bir grev örgütleyen militan sendikanin lideri Jim Guyette için bir piknik düzenledik (tabi ki piknikte hiçbir Hormel ürünü sunulmadı). Ancak emek alanı bir kesintiler ve tavizler dönemine girmişti. Ya biat edilecek, ya işsiz kalınacaktı. Eski emek sloganının “muhteşem” sendikaları, bizim küçük grubumuzun talepleri ve demokratikleştirmek için çabaladığı şeyler bile yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. Bir sene içinde Hormel’e karşı grev düzenleyen yerel sendika, ana sendika olan The United Food and Commercial Workers – Birleşik Yiyecek ve Ticaret İşçileri Sendikasınca yok edildi.
Çelik atölyeleri sustu, babamın ve dedemin çalıştığı madenler kapatıldı, fabrikalar sınırın güneyine kaçtılar. Süreç içinde kaybolan sadece işler değil, çok daha fazlasıydı. Amerikan efsanesinin merkezi olan tüm bir yaşam biçiminin sonuna geliniyordu. Perakande satış ve sağlık sektöründeki işler üniversite eğitimi olmayan bir insanın ailesine bakmasını zorlaştıracak kadar az para veriyordu. Bunu kendi ailemde de görüyordum, madencilerin ve demiryolu çalışanlarının torunları ayaküstücü lokantalarda şef ya da teslimat kamyonu şoförlüğü yapıyorlar. Hatta mağazalarda çalışmak ya da hastabakıcılık yapmak için eşleriyle rekabete giriyorlardı. Susan Faludi’nin 1999’da çıkan kitabı “Stiffed”de gözlemlediği gibi Amerika’da sanayileşmenin azalışı ciddi bir erkeklik krizine yol açıyordu: Bir erkek ailesine bakamazsa erkek olmanın anlamı neydi?
Ölen sadece bir hayat biçimi değil, aynı zamanda onu yaşayanlardı. Nobel ödüllü ekonomist Angus Deaton ve eşi, Anne Case’in 2015’de yaptıkları araştırmaya göre üniversite eğitimi olan ve olmayan beyazlar arasındaki ölüm oranı aralığı 1999’dan beri hızla açılıyordu. Bu araştırmadan birkaç ay sonra Brookings Kuruluşundaki ekonomistler şu sonuca ulaşıyorlardı; 1920’de doğan erkeklerde kazançları ilk yüzde 10’a ve son yüzde 10’a girenler arasındaki hayat beklentisi farkı 6 seneydi, bu fark 1950’de doğan erkeklerde iki katın üzerine çıkarak 14 sene olmuştu. Sigara, ki şimdilerde çoğunlukla işçi sınıfına maledilen bir alışkanlık, bu artan ölümlerin sadece üçte birine sebep gösterilebiliyordu. Geri kalanların nedeni ise alkolizm, aşırı doz ve genellikle ateşli silahlarla gerçekleşen intihar gibi “çaresizlik hastalıklar”ın eseriydi.
Az ödeyen hizmet işlerinin yeni ekonomik haritasında, solun bazı eski çarelerinin bir anlamı kalmamıştı. Örneğin, yıllarca sendikaların talebi olan “tam istihdam”, birçok iş yaşayacak parayı bile ödeyemezken ne anlama geliyordu? Buna göre, eğer her isteyen bir işe girebiliyorsa, işverenler yeni işçi çekmek için ücretleri arttıracaklardı. Ancak ben 1990’ların sonlarında giriş düzeyindeki bir işin nasıl bir hayat sağladığını araştırmak üzere gizli gazetecelik yaparken, garson, huzur evi çalışanı, temizlik görevlisi, mağaza çalışanı gibi “meslektaş”larımın fakirlik düzeyinde yaşadıklarını gördüm. Bunun sonucu ortaya çıkan “Nickel and Dimed” isimli kitapta da belirttiğim gibi bu insanların bazısı evsiz oldukları için arabalarında yaşıyor ya da bir küçük paket cipsden başkasını alamadıklari için öğle yemeği yiyemiyorlardı. Bunların hepsi tam gün çalışıyorlardı ve zaman şu andaki gibi neredeyse “tam istihdam” zamanıydı.
İşçi sınıfı krizine bir diğer popüler çözüm ise yeniden eğitimdi. Eğer bizimki “bilgi ekonomisi” ise, kulağa “düşük ücret ekonomisi”nden daha güzel geliyor, işsizler daha geçerli vasıflar kazanmak için eğitim almalıydılar. Hem Başkan Obama hem de aday Hillary Clinton ve bir çok Cuhuriyetçi yeniden eğitimi desteklediler. Ancak sorun kimsenin insanları hangi konuda eğiteceğini bilmemesiydi; bilgisayar 90’larda hâlâ pek belirgin değildi, kaynakçılığın modası gelip geçmişti, en iyi görünen hâlâ gelişmekte olan sağlık sektörüydü. Ayrıca varolan eğitim programlarının verimliliğini ölçecek net bir yöntem de yoktu. 2011’de Sayıştay federal hükümetin 2009’da desteklediği 47 eğitim projesinden sadece 5’inin geçen beş yıl içinde değerlendirildiğini ortaya çıkardı. Paul Ryan kendi memleketi Janesville, Wisconsin’deki programı defalarca öve dursun, 2012 yılında yapılan bir ProPublica çalışması bu eğitimi alan insanların işten atıldıktan sonra iş bulma şanslarının, almayan insanlardan daha az olduğunu gösterdi.
Yeniden eğitim programları ne kadar iyi olursa olsun, insanların sınırsızca yoğurulabilir oldukları ve piyasadaki her değişikliğe uygun olarak kendilerini yeniden yaratabilecekleri fikri ne gerçekçi, ne de varolan vasıflara karşı saygılıdır. 90’ların başlarında Butte, Montana’da işten atılmış bir madenci ile (Butte’de başka türlü madenci yok zaten) Pizza Hut’ta yemek yedim. Kendisi 50’li yaşlardaydı ve kendisine hemşirelik okumasını öğütlediklerini anlatırken gülüyordu. Ben de gülmekten kendimi alamadım, cinsiyetle ilgili anlamsızlıktan değil, fakat bugüne kadar balta ve dinamit kullanmış bir insanın dünya ile ilişkisini nasıl radikal bir biçimde değiştirmesini beklediklerine şaşıyor insan. Clinton tarafindan önerilen yeniden eğitim ve Trump’un söz verdiği eski işlerini geri almak arasında bir seçenek verildiğinde kol emekçilerinin ikincisini seçmelerine şaşırmamak gerekiyor.
Politikacılar “işçi sınıfı”na hitap etmek istedikleri zaman, anakronik olarak, terkedilmiş bir fabrikaya işaret ederler. Aslında bir hastane veya bir ayaküstücü lokanta daha doğru olur. Her ne kadar yeni işçi sınıfı içinde geleneksel olarak kol emekçisini -kamyon şoförü, elektrikçi, tesisatçı- barındırsa da, çoğunlukla üyeleri temizlik paspasını çekice, idrar sürgüsünü malaya tercih etmekte. Demografik olarak da işçi sınıfı 1980’lerde benim evimde toplanan ağırlıklı beyaz erkek grubundan saptı, siyah ve hispanikler, telaffuz edilmese de, işçi sınıfının bir bölümünü oluşturuyor, şimdilerde kadınlar ve göçmenler çoğunlukta. Eskiden işçi sınıfının stereo tipi kasklı bir erkekse şimdi “El pueblo unido jamas sera vencido” (Birleşmiş bir halk asla yenilemez) diyen bir kadın.
Eski işler geri gelmiyor, ama sanayileşmenin azalmasından kaynaklanan krizle başa çıkmanın başka bir yolu var: Tüm işçilere daha iyi ücret vermek. 21’inci yüzyılın büyük emek yeniliği yerel ya da eyalet düzeyinde asgari ücretlerin arttırılması olabilir. Aktivistler 1994’ten beri çok basit bir adalet anlayışına dayanarak yüzden fazla belde ve belediyede yaşanabilir ücret kanunlarının kabul edilmesini sağladılar: Neden bir insan yıl boyunca tam gün çalışsın, ancak kira ve diğer temel ihtiyaçlara yetecek kadar kazanamasın? Anketler büyük çoğunluğun asgari ücretin artmasından yana olduğunu gösterdi. Üniversite öğrencileri, kilise mensupları ve sendikalar yerel kampanyalara katıldılar. Sendikalar eskiden ihmal edilen tamirci, evde sağlık hizmeti görevlisi ve gündelik işçileri almaya başladılar. Sendikaların başarılı olmadıkları yerde tamamen yeni örgütler türedi: Bazen sendikaların, bazen hayır kurumlarının desteklediği dernekler – Bizim Walmart, Ulusal Evde Çalışanlar Birliği ve Birleşmiş Lokanta Fırsatları Merkezleri gibi.
Long Island’daki eski ortam çoktan yok oldu: Ev satıldı, eski dostluklar yaş ve mesafe ile yıprandı. Özlüyorum. Bir grup olarak belli bir ideolojimiz yoktu, ama herhangi bir manifestoya bağlı kalmaksızın dile gelen görüşümüz özellikle beldeden yardım almak için Cumhuriyetçi olması gereken Long Island bağlamında bir ütopyaydı. Tek bir ana fikirde özetlemek gerekirse tek kelime ile “dayanışma” idi: Sen bana katılırsan, ben de sana katılırım, çocukları da alıp, birlikte, topraklarımıza zehir akıtan kimya tesisisini protestoya gideriz. Sonra da arka bahçede mangal yaparız. Küçük politika ile ilgilenmiyorduk. Her emeğin onurlandırıldığı, her sesin duyulduğu bir dünya istiyorduk.
Emeğin geleceği
Böyle bir şeyin tekrar parçası olabileceğime 2004’de Fort Wayne Indiana’da benzer, ama daha iyi bir örgüt keşfedene kadar inanmıyordum. O zamanki adıyla Kuzeydoğu Indiana Merkezi Emek Konseyi yerli inşaat sendikası üyeleri ve onların yerine geçmek üzere getirilen Meksikalı göçmen inşaat işçilerini, işten atılmış dökme demir ustaları ve Burmalı fabrika işçilerini, yardımcı profesör ve tamircileri birleştirmişti. 1990’larda Polonya’daki Solidarnosc (Dayanışma Sendikası) ve AFL-CIO arabulucusu olarak çalışan eski General Electric fabrika işçisi ve o zamanın konsey başkanı Tom Lewandowski’ye göre konseyin amacı bir “dayanışma kültürü” yaratmaktı. Sadece işi olanları değil, hem işsizleri hem de endişeyle çalışanları, yani bütün bir toplumu örgütlemeleri gerçeğinden yola çıkmışlardı. Son derece aleni olan örgütleme taktikleri ise benim de birkaçına katılma firsatı bulduğum parti ve pikniklerdi.
Fort Wayne’deki ortam her renkten, her emek grubundan insanları, izinli ve izinsiz işçileri, liberal ve içlerinde son seçimde Trump’a oy verenlerin de bulunduğu siyasal muhafazakarları da kapsıyordu. Eski sendikalar hazır olmasalar da yeni bir dayanışmanın mümkün olabildiği ortadaydı. 2016’da son 60 senedir işçi hareketini birarada tutmaya çalışan hastalıklı AFL-CIO bir takım anlamsız bürokratik sebeplere dayanarak Kuzeydoğu Indiana Merkezi Emek Konseyini aniden feshetti. Ancak konseyin vazgeçmeye niyeti yoktu, internet ulaşımını ve ofis ekipmanını AFL-CIO’ya kaybetse de Emekçiler Projesi adı altında yeniden toparlandı ve Çalışma Bayramı pikniğine 6 binden fazla katılımcı çekti.
Şubat başında Lewandowski ile son konuşmam sırasında, Proje 20 sözleşmeli Costco çalışanını kendi kolektif birimleri altında toplamayı başarmış ve kutlama amaçlı bir parti düzenlemek üzereydi. İnsanın ortak davayı yaratmak ve bunu yaparken de iyi vakit geçirmek isteğini bastırmak çok zordu.
Çeviren: Ayşe Şaşmazel / New Jersey-ABD
Kaynak: https://www.nytimes.com/2017/02/23/magazine/american-working-class-future.html?_r=0