Berger’i anlatan yeni biyografi çalışmasında yılgınlıklarımıza, korkularımıza, ümit ve arzularımıza bugüne kadar en güçlü ve tutkulu şekilde hitap eden bir yazar okuyucuya sunulmaktadır.
Daha 1950’lerin ortalarında sanat eleştirmeni John Berger sanatın sergileniş ve öğretiliş tarzından ve sanat hakkında yazılanlardan yakınıyordu. Berger “sanat dünyası” teriminden pek de hazzetmezdi ve bu dünya çok yalıtılmış bir dünyaydı. Sanat tarihçileri ve eleştirmenleriyse bunun üstesinden gelmek için çok az şey yapıyordu. Belki de en önemli şey, bu kişilerin sanatın insan deneyimiyle olan en temel bağlarını bile paylaşmayı becerememesiydi. 1956 yılında New Statesman’de yazdığı bir makalede Berger insanların sanat eserlerine çok az ilgi duyduklarını ifade etmelerinde pek de şaşılacak bir şey olmadığını söyledi. Çünkü bu insanlar “mevcut haliyle bu tür eserlerin onlara söyleyecek bir şeylerinin olmadığına” inandırılmışlardı. Bugün ise Berger’in talep ettiği şeyler çok daha acil şeyler olarak görülmektedir ve eleştirileriyse daha da can alıcı hale gelmiştir.
Ocak 2017’deki ölümünden sonra yayınlanan ilk eser olan Berger hakkındaki yeni bir biyografi yılgınlıklarımıza, korkularımıza, ümit ve arzularımıza bugüne kadar en güçlü ve tutkulu şekilde hitap eden bir yazarı açığa çıkarmaktadır. Joshua Sperling’in yazdığı ve Verso tarafından yayınlanan kitabın adı Zamanımızın Bir Yazarı: John Berger’in Hayatı ve Eserleri. Sperling’in Los Angeles’teki kitap tanıtımında yazarla yaptığım sohbette bana başlığın Berger’in ilk romanı olan Zamanımızın Bir Ressamı adlı eserinin aynısı olduğunu anlattı. Fakat “zamanımızın bir yazarı” nitelemesi da ayrıca anlamlı.
İlk başlarda Berger bize sert bir eleştirmen ve 20’li yaşlarında katı bir Marksist olarak tanıtılıyordu. Londra’nın eski-ekol “müze eleştirmenlerine” şiddetli eleştiriler yöneltmesi büyük çekişmelere yol açıyordu. Berger günün modasına uyan, insanı yabancılaştıran apolitik ve soyut sanatla kendisini özdeşleştirmiyordu (aslında, hayatının geri kalan kısmında, soyut sanata olan ilgisi çok sınırlı kaldı). Tersine, sosyal gerçekçiliğe dönme taraftarıydı: elle tutulur olanı ve gündelik hayatı ele alan tablolar. Ve en sonunda kendilerini “Mutfak Lavabosu” (Kitchen Sink) ressamları olarak duyurmayı başaran İngiliz sanatçıları kuşağını geliştirmeye başladığında ve hatta Whitechapel Galerisi’nde bir sergi açmasıyla çağrısı karşılık bulmuş oldu.
Sol Üstte: Berger’in ilk eleştiri koleksiyonu, Gerçekliğe Doğru’dan (1960) yazar fotoğrafı. Berger kitap ‘bir argüman ortaya koymak üzere düzenlenmiştir, otoportre değildir’ diye yazdı.
Sol Altta: Berger İsviçre’li film yapımcısı Alain Tanner ile birlikte çalışırken. Fotoğraf: Jean Mohz, y. 1975.
Sağ Üstte: Gerçekliğe Doğru’dan (1960) yazarın fotoğrafı. Kitap ‘bir argüman ortaya koymak üzere düzenlenmiştir’. Berger ‘otoportre değil’ diye yazmıştır.
Sağ Altta: 1973 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nda, Berger ününün zirvesinde ve yeni ve önemli bağlar oluşturmaya adım atmaya hazırlanırken. Fotoğraf: Jean Mohz
1960’larda 30’lu yaşlarına doğru ilerlerken Berger sıkı sıkıya sarıldığı sosyal gerçekçiliği bırakarak modernist sanata doğru yelken açtı. Ön ayak olduğu birçok sanatçı da dahil olmak üzere çağdaş sanatçıların eserlerinden hayal kırıklığına uğramış bir halde ilgisini Manet, Picasso ve van Gogh gibi sanatçılara yöneltti. Sperling’in yazdığına göre, “artık geleceğin sanatının şampiyonluğunu yapmayı bırakıp yok olup giden fakat devrimci bir özelliği barındıran geçmişin sanatının sözcülüğünü yapmaya başladı”. Ve bazı istisnalar dışında, öyle görünüyor ki sanat yazınındaki kariyerinin geri kalan kısmında Berger’in gözü hep geçmişe takılı kaldı.
Bugün bir sanat eleştirmenin enerjisinin çoğunu ölü sanatçılara harcaması garip gelebilir. Fakat Berger’e göre geçmiş her şeyi netleştiriyordu. 16. yüzyıl Grünewald mihrap arkasındaki sanat eserine dair 1973 tarihli makalesinde de bir kere dile getirdiği gibi yüzyıllar öncesinde yapılan sanat eserleriyle uğraşmak verdiğimiz tepkilere ve nasıl baktığımıza kulak vererek bugünkü durumumuzu aydınlığa kavuşturmaya yardımcı olur. Bu mihrap arkasındaki sanat eseriyle ilk karşılaşmasını “Onu tarihsel olarak yerine oturtmaya can atıyordum” diye yazmaktadır. “Şimdiyse kendimi tarihsel olarak yerime oturtmaya zorlanmış durumdayım”. Berger artık sosyal gerçekçi estetiğe bağlanmış biri değilken, ilk eleştirmenliği dönemindeki bir inancı hala içinde taşıyordu: anlamlı sanat her zaman insanın yaşam deneyiminin bir yönüyle bağlantılı olacaktır.
Fakat Berger bir şeyi daha başarmıştı: tedirgin bir şekilde ilerleyen kapitalist bir kültürde geçmişle bağlantılı olma hissini yeniden inşa etti. Sperling, Berger’in 1972 tarihli Görme Biçimleri adlı meşhur televizyon programıyla ilgili olarak yaptığı hassas gözleminde onun cana yakın bir şekilde kanonik sanat eserleri hakkında yaptığı konuşmayla ilgili olarak “geri kalmış ve yabancılaşmış tekrarla karakterize edilen bir çağda onun bütün projesi sanatı aslına geri döndürmek, paylaşılan anların ve yerlerin havasını yeniden keşfetmek ve kapitalizmin anlık kültürünün ortadan kaldırdığı tecrübeye kutsal bir anlamla yeniden yatırım yapmaktı” diye anlatarak şöyle demiştir: “insanı yeniden büyüleyen şahsi, sanatsal ve entelektüel bir programdı”.
Berger hala beni büyülemeye devam etmektedir (sadece çok yakışıklı olduğu için de değil). Siz de benim gibi, sanat tarihi dersleri aldıysanız, tabloların nasıl soğuk bir şekilde çapraz köşegenlere ve ışık yollarına bölündüğünü hatırlayabilirsiniz. Ya da tabloların nasıl ikincil bir duruma düşürüldüğünü ve ezberletilerek kompartımanlara ayrıldığını. Öte yandan Berger geçmişi bugüne getirir. Bize kaşıkla tarihsel sanat terimleri yedirilmesi yerine görüp de inandığımız şeylere güven duymamızı sağlardı.
Biyografi boyunca Sperling Berger’in kendi hayatının ve sosyal şartların onun eserlerini dokumasına ve esinlenmelerine nasıl vesile olduğunu aydınlığa kavuşturmaktadır. Benim için Zamanımızın Bir Yazarı Berger hakkında sevdiğim şeylerin çoğunu derleyip toplayıp bir araya getirmiştir. Kitabın en güzel kısmını oluşturan son birkaç bölümünde bu gerçek özellikle ortaya çıkmaktadır.
1970’lerde 40’lı yaşlarına geldiğinde Berger, Sperling’in kelimeleriyle söylersek, “daha yumuşak” biri haline gelmişti. Sevgi ve ümitle ve bölünmüş zamanlarda sanatın bize nasıl birlik ve bütünlük sağlayacağına dair düşüncelerle kendini yoğurmuştu. Bu değişim Berger’in hayatının sonuna kadar kalacağı Fransa’nın kırsal kesimine yerleşmesiyle birlikte olmuştu. Hiçbir zaman kendisini İngilizlerle bütünleştirmedi – aslında, çoğu zaman da onlardan huzursuz oldu – ve 48 yaşında Quincy köyüne yerleşene kadar da kendisini bir yere ait hissetmedi. 1981 yılında “bir anlamda hiçbir yerde olmadığı kadar kendimi buraya ait hissediyorum” dedi.
Sperling’in şu noktaya varmak istediği birdenbire anlaşılmaya başlıyor: Berger’in hayatı ve çalışmalarında yerin önemi. Bir yandan bir topluluğun içinde nihai olarak yerleşip kalmayı hissetmesi – Sperling’in ifade ettiği gibi “sadece bir eve sahip olmamıştı, aynı zamanda bir yere demir atmıştı”. Hareketli bir dünyada, “dingin bir mekân arıyordu” ve bulmuştu da. Diğer yandan, Berger J.M.W. Turner’ın babasının berber dükkanındaki köpük dolu lavaboların dalgaların resmedildiği tablolarda kendisini göstermesi gibi mekânın bir ressamın vizyonunu nasıl her şeyden haberdar ettiğine ve mekânın çevresinin kendisini tuvalde nasıl ortaya koyduğuna gittikçe daha fazla ilgi duymaya başlamıştı. “Berger için Resim görme deneyiminden çıkmaktadır ve görme de yerel ve özel bir şeyden çıkmaktadır” diye yazar Sperling. “Görünürlük bir yerde cereyan eder.” (Soyutlamaysa “yersizdir”)
Belki de nihayet muradına erdiği için Berger daha yumuşak başlı oldu: zira artık bir yere ait olma hissinin peşinde değildi. Fakat o ana kadar – en büyük aşkı olan – tabloları ona en büyük konukseverliği yapmış, arayıp durduğu dinginliği ona sağlamaya çalışmıştı. Elimde olmadan durmadan dönüp okuduğum 1990 tarihli “Her Sefer’inde Allahaısmarladık Diyoruz” adlı makalesinde 20. yüzyılı hem zorunlu hem de gönüllü olarak cereyan eden kitlesel göçlerle anılan “kayboluşlar yüzyılı” olarak tarif etmektedir. Bu da değişik sanat formları arasında en kısa ömürlü olan filmin bu yüzyılın sanat formu olduğunu izah etmektedir demektedir. Bunun perde arkasındaysa tablolar bize kalıcılık ve yer hissi vermektedir, zira “statik ve değişmezdirler”.
Bazıları için, Berger’in kendisini resme odaklaması modası-geçmiş bir şey olarak görülebilir. Diğerleriyse haklı olarak bazı bakımlardan Berger’in zamanımızın bir yazarı olmadığını belirtebilir, özellikle de Batı sanatına dar bir çerçeveden bakması açısından. Fakat, en azından benim için, aynı titreşimi yapmaya devam eden şey, sanatla olan ilişkimiz bakımından Berger’in daha kapsamlı olan vizyonudur: yani tarihimizi, nereden geldiğimizi ve nereye ait olmak için çabaladığımızı bütün derinliklerine kadar açığa çıkarabilmesidir. Cafcaflı, tiksindirecek kadar pahalı bir sanat çağında bunu unutmak çok kolaydır. Bu anlamda, oraya buraya dağılmış, sürekli olarak kaymaya maruz kalan yaşamlarımız arasında Berger’in yazdıkları hala bir anlık da olsa sanatta sığınabilecek bir yerimizin olduğunun farkına vardığımız bir pusula görevi görmektedir.
Çev. İrfan Özdabak
Bu yazının İngilizce orjinali hyperallergic.com sitesinde yayınlanmıştır