Hakkımızda

Değerli Mesele dostu,
Basılı yayın hayatına Aralık 2016 itibarıyla son veren Mesele Dergisi, 1 Ocak 2017’den bu yana mesele121.org adresinde yayınına devam ediyor.
Neden mesele121?
Çünkü 10 yıl boyunca kesintisiz her ay yayınlanan Mesele 120. sayısı ile matbaalara veda etti ve internet 121. sayımız oldu.
Mesele’de amacımız kitaplar üzerinden Türkiye’yi ve dünyayı tartışmak ama sadece kitapla sınırlamıyoruz tabii ki…
Öncelikle “Sözümüz” var. Söyleyecek bir şeyiniz yoksa yayıncılık yapmanın da anlamı kalmıyor…
Sizin sözünüz de bizim için çok değerli… Hakemli dergi olmasak da belli kriterlerimiz var. [email protected] adresine gönderdiğiniz tüm yazıları okuyoruz, değerlendiriyoruz.

 

Bir önceki yazıyı okuyan/lar anımsayacaktır: Öykücülüğe bir genel giriş yaptığımı ve ardından da ‘dünden bugüne öykücülüğümüz’ hakkında genel ama özetin de özeti sayılabilecek bir değerlendirme yaptığımı… Bu yazıda da öncekinin devamı olarak 1980 sonrasına genel ama bir kuşbakışı niteliğindeki düşüncelerimi aktaracağım. Bu arada, bir başka yazının konusu olabilir ama yine de öykücülüğümüz konusunda istikrarlı ve de anlamlı özellikle öykü dergilerinden bazılarının adını zikretmem gerekir: Yazıt, Yaba, Adam Öykü, Düşler Öyküler, Fayton Öykü, Kül Öykü, Hece Öykü, E Öykü, Öykü Gazetesi

İlk anda aklıma gelenler ve birçok sanat/edebiyat dergisi de sayfalarında öykülere yer vermiştir tabii ki… Bunlar ve daha başkaları da öykümüzün de öykücülerimizin de gelişmesine kendi çizgilerinde katkı koymuştur…

1980 Sonrası Öykücülüğümüz

Öykü/hikâye dergilerinden çıkardığım sayısal bir sonucu paylaşmak istiyorum. Bunu önemsiyorum. Eğer bir abartı değilse, ülkemizde başımızı çevirdiğimizde dergi, kitap yayımlanıyor, özellikle dijital ve internette… Gözümüzü açıp kapadığımızda ise birkaç öykücü/hikâyeci türüyor. Bu inanılmaz sonuçlar ise ülkemizin pratiğine yansımıyor.

Şimdi, bir dönem Edebiyatçılar Derneği Başkanlığı da yapmış bir yazarımız -ki kişisel dostluğum da olan biri- bir ABD’li Yazarlar Birliği Derneği Başkanı veya üyesiyle karşılaşıyor bir yurtdışı gezisinde. Söz, örgütlerinin sayısal çokluğuna geliyor. Koca ABD’de öyle bir örgüte üye yazar, şair, öykücü, sanatçı vs. sayısı üç yüz kadar. Bizimkinde ise sayı binlerce… Diğer yazar örgütlerini bizden daha iyi biliyor ya, “Madem ülkenizde o kadar yazar var, neden hâlen bir üçüncü dünya ülkesisiniz?”

Evet, yansımasını göremiyoruz maalesef.

Sayısal bir sonuçtan söz ediyordum, öyle ya…

1980-2002 tarihleri arasında 536 çeşit öykü kitabı, yaklaşık 300 yazar, öykücü, romancı tarafından yazılmış. Buna aynı yıllar arasında yayımlanan 176 gülmece öykü dâhil değil. Ayrıca Adana, Gaziantep, İzmir, Ankara, Trabzon, Konya, Bursa, Eskişehir, Diyarbakır, İstanbul, Mersin, Antalya gibi illerde kendi olanaklarıyla kitaplarını yayımlatan öykücülerin, yazarların öykü kitapları da buna dâhil değil. Evet, bir öykücü/hikâyeci öykü/hikâye enflasyonu var demek olası. Günümüzde dijital yayıncılıktan ve internet dergiciliği, gazeteciliğinden dolayı da sayılar misliyle artmış durumda. İyi mi, kötü mü düşünmek gerekir. Nicel mi, nitel mi, bunu da düşünmeliyiz. Nedenleri çok elbette…

Bu olumsuzluğun nedenlerini, ülkenin sosyal, siyasal ve ekonomik çıkmazlardan çok gençliğinde, işçisinde, aydınında, yazarında, öğretmeninde, kısacası halkında gören ve onların siyasal sosyal davranışlarını sonuç görmeyip gerekçeli neden gören ve emperyalist güçlerin uzantısı 12 Eylül anlayışında aramak gerekir. Çünkü 1980 sonrası öykücülüğümüzde modern öykülerin basıncını ağırlığını görebilmek olasıdır. Anlatılanlardan çok anlatımlar öne çıkartılmıştır. Öyküde/hikâyede dil ve kurgu amaç olmuştur. Bu öykülerin ortak özelliklerinden birinin de, şimdiye ve iç yolculuklara dair olmasıdır. Klasik öyküye karşıt bir öyküdür. Anlatı izleği öyle bir teknikle iç içedir ki öykünün sonu ile anlatının başı arasında açıklık başarıyla örtülmüştür. Okur, labirente konulmuş denek gibi oradan oraya savrulur. Sonuç elde edemediğinden kendini sorgular. Anlamakta güçlük çektiğini düşünür. Kendi iç dünyasında kendini bulmaya çalışır. Gerçek yaşama sırt çevirir. Bu kurmaca bilmeceyi niçin çözemediğini bulmaya çaba gösterir. Kendini suçlar. Kendini suçladıkça da küçülür. 12 Eylül sonrası öykücülüğümüz toplumumuzun gerçekliğini yansıtamamıştır. Çünkü tarihsel gerçekliği yansıtan öyküleri ve öykücüleri yok sayan, görmezden gelen edebiyat ortamında beslenen, kıbleleri Batı öykücülüğü, yazını olan bir iktidardan söz edilebilir. Bu iktidarın konformist öykücüler, eleştirmenleri ve parasal sahipleri değiştirici, dönüştürücü ve eleştirici değiller.

Vahşi kapitalizmin önceki krizlerine 1970’lerde bir yenisi eklenince, uluslararası karteller, tröstler kârlarını en azından aynı seviyede tutmak, yerlerini sağlamlaştırmak, gelecekleri için olası engelleri ortadan kaldırmak istedi. Bunun için yeni bir yapılanmaya, yeni bir söyleme ve bunların albenili bir ambalaj içinde entelektüel aydınlara sunulması gerektiğini iyi biliyorlardı. 1980’lerde Yeni Dünya Düzeni dediler bu yeni yapılanma sürecine. Reagen ve Teacher’in siyasal anlamda başını çektiği bu süreç, kimi küçük rötuşlarla ve daha da vahşileşerek hâlen yürürlükte. Uzlaşma, teslimiyet, özelleşme, özelleştirme, benzeştirme, etkisizleştirme ve köşe dönme anlayışı karşılık bulsun diye, bu yapılanmanın üstyapıları da ister istemez oluştu/oluşturuldu. Her üst yapının kuralları, çerçevesi ve şablonu olmaz. Çünkü en azından edebiyatın, sanatın iç yasaları doğal bir süreç izler. Ve doğal olarak altyapıya göre biçimlenir. Bu diyalektik gerçekliği unutmadan… Ve her alanda “pazar egemenliği” öne çıkartıldı. Tarihin sonu geldi, büyük anlatılar sona erdi. Böyle argümanlarla kendini kabullendirmeye başlayan öykücüler/hikâyeciler, romancılar, şairler postmodernizme uygun ürün veremediler hemen.

Çünkü nasıl ki gölün buz tutması birkaç günün işi değilse, bu da öyle bir süreçti…

Yeni Dünya Düzen(i)/sizliğinin yedeğindeki 12 Eylül ortamı ektiğini, ancak 1990’lardan itibaren almaya başladı. Egemen edebiyat ortamının bir sonucu olan sanat/edebiyat ağacının yalnızca bir bölümüne, yani bir parçasına baktığım ve bundan yola çıkarak genelleştirdiğim düşünülmesin. Yadsınması olanaksız bir gerçekliktir ki parçası için geçerli olanlar bütünü de kapsar. Buna dayanarak öykü anlayışının günümüzdeki yansıması tam da Yeni Dünya Düzensizliğinin, Küresel Emperyalizmin ruhuna denk düşen bir söylemin, postmodernizmin ta kendisidir. 1980 sonrası beklentiye uygundur. 1980’den sonra öykücülüğümüz kendine yabancılaşmış öykücülerin gölgesinde kalmıştır. Çünkü özellikle öykücülüğümüzde Latin Amerika Edebiyatı’ndan fazlasıyla etkilenmeden söz etmek olasıdır. Bu, asla bir abartı değil üstelik. Bu süreçte otokontrol ile kendini insana dair yazılardan ve öykülerden uzak tutan, içeri tıkılan ve hayatı darmadağın edilen yazarların, öykücülerin olduğu da bir gerçek. Bu yüzden oluşturulan boşluk çevirilerle dolduruldu ve yabancılaşma hızlandırıldı.

Öykümüzde ve öykücülüğümüzde Çeşitlilik

Örneğin Borges-Markuez-Cortazer çevirilerinin etkileri o zaman olduğu gibi, şimdi de yaygın. 1980’den sonra kendisini ifade etmek isteyen, “benden size zarar gelmez, bakın değiştim” iletileri gönderdiler yapıtlarıyla erke. Adını verdiğim yazarlar gibi yazmışlardır. Evet, “gibi yazmışlar”dır. Gibi’den sonra yazmak bambaşka bir şey… Onlarda bu olmadı asla. Aslında kamufle olmak için falan değil, gerçekten de inanıp benimsediklerinin, onlar gibi yazmayı bir zenginlik gibi düşünmelerinden, yabancılaşarak kendilerine teslim oldular ve şimdi de teslim etmeye çalışıyorlar okurlarını.

Özcan Karabulut, Hasan Ali Toptaş, Mahir Öztaş, Murathan Mungan, Bilge Karasu, Feride Çiçekoğlu, Şebnem İşigüzel, Cemil Kavukçu, Jale Sancak, Aslı Erdoğan, Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Sema Kaygusuz, Faruk Duman, Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Ece Temelkuran ve aklınıza gelebilecek pek çok öykücü, romancı, kısacası yazar adını verdiklerimi içselleştirdiler ama kendi iç dünyalarında kurguladıklarını ve kimi gerçekliklerden yararlanıp oluşturdular eserlerini… Kendi alanlarında oldukça da başarılı oldular. Bunları birleştiren alçı 1980 sonrasında çevrilen yazarlar, öykücülerdir demek bir yanlışlık olmaz sanırım.

Bu çeviri bombardımanı sürecinde kimi kadın öykücülerimiz, kadın bakış açısını feminizme dayandırdıklarından olanı anlatmaktan, yani ağaçla ilgilenip ormanı görememekten, görmemekten öteye gidemediklerinden söz edebiliriz özetle. Tabii ki Kahraman Maraş, Çorum gibi illerde faşist saldırıları içselleştirip öyküleştiren kadın öykücülerimiz, yazarlarımız da oldu. Sürekli şiddet yaşayan bir ülkede yazarlar, öykücüler, şairler, aydınlar bu gerçeklere sırt çeviremezdi. Kendi küçük dünyalarına kapanıp özgün düş dünyaları yaratamazdı. Gettolarda, sırça köşklerde sözde devrimcilik, ilericilik, yurtseverlik yapılamazdı. “Dil-nesne” ilişkisi yazınsal zevkin ve keyfiyetin oyunsal aracı olur diyemezdi. Doğru da olmazdı zaten… Çünkü postmodern yazarlarla, öykücülerle yapıtları arasındaki “yabancılaşma” durmadan belirginleşiyor. Marx’ın ünlü şapka örneğini anımsayalım: Kendim için şapka yapıyorsam bu meta değil, başkasının işine yarıyorsa ve benden satın alıyorsa bu metadır. Buradan şu soruya geçebiliriz: Postmodern öykücünün, romancının “şapka”sı kendisi için mi egemen edebiyat ortamının sahipler için mi? Veya bu “şapka” kimin işine yarar?

Postmodern yazarlar, öykücüler dünyayı olduğu gibi algılamaz. Doğuşun bir rüya, ölümün bu rüyadan bir “uyanış” olduğunu ve her şeyin sanallık içerdiğini savlar. İğnenin de, çuvaldızının da acısını duydukları hâlde sanal bir mazoşistlikle görüntüyü kurtarmaya çalışır. Bu eksik bir dillendirme gibi düşünüyorum. Çünkü sonuçta her şey sosyal ve siyasal duruşunuzun, renginizin rengini, kokusunu ve sesini taşır. Bu açıdan baktığımızda ülkemizde şiirde, öyküde, romanda, eleştiride “Beyaz Edebiyatçılar” var. Her etnik kimlikten ve ulusal kimliklerden öykücülerin, yazarların ve öykücülerin, eleştirmenlerin tek ortak noktası, alçısı, “Beyaz Edebiyat Çizgisi”nde olmak… Bu çizgi Egemen Edebiyat Ortamı’ndan beslenir. Bunları çevrenizde görmeniz olası. Yaşamın gerçekliklerinden uzak, aralarındaki uzlaşmaz çelişkileri bile unutmuş gibi göründüklerini düşünüyorum. Çünkü çıkarları ve yüklenilmiş yazarlar, şairler, öykücüler olarak var olmaları bu çizgide bütünleşmektir.

1980 sonrasında gerçek öykücülüğümüzde ciddi bir durağanlık yaşandı. Yeni bir arayışla topluma ağır ve affedilmez kayıplar verdirenlerin kenara çekilmelerinden sonra, her alanda Liberalizmin egemen kılındığı bir döneme geçildi. Artık günümüz deki sosyal, siyasal bir kaosun küresel emperyalist çıkarların amaçlarına uygun olduğu ve ABD’de tezgâhlanıp ülkemizde sahnelendiği ayan beyan olan bu sürecin etkilerini, ancak 1990’ların ortasından sonra almaya başlandı. Ekonomik yanlışların sonucu olan enflasyon, söylediğim gibi kendini yazında da gösterdi. Yeni edebiyat dergileri peş peşe yayımlandı. Öykü dalında yeni adlar öne çıktı. Böylece bir canlılık oldu! Bu canlılık, ne Sabahattin Ali çizgisinde ne de Sait Faik çizgisinde bir öykü/cü patlamasıydı. Bireyin sorunları, sorunsallıklarıyla örtüşen ve benzeşen fabrikasyon öykü/cülerdi.

Yani 1990’lı yılların ortalarında, Adalet Ağaoğlu’nun “Haydi Gidelim”, H. Aktunç’un “Ter ve Gölge”, “Bir Yer Göstericisinin Hayatı”, inci Aral’ın, “Kıran Resimleri”, “Uykusuzluk”, “Sevginin Eşsiz Kışı”, Erendüz Atasü’nün “Kadınlar da Vardır”, “Lanetliler”, “Onunla Güzeldim”, “Hüzünlü Kar Çiçekleri”, Nursel Duruel’in “Geyikler, Annem ve Almanya” ve Bekir Yıldız, Sabahattin Ali, Osman Şahin, Metin İlkin gibi öykücülerin öyküleri bu süreçte oluşturulmadı…

1980’de 1960-1970’li yılların öykücüleri geri çekildi. Ürünlerini yok denecek kadar azalttı. Yeni isimlerin öne çıkmasına olanak verdi. Yeni öykücülerin büyük bir çoğunluğu Beyaz Öykülerin, Beyaz Edebiyatın Öykücüleri, Yazarları oldu. Hepsi de konformist, yenidünya düzenci, ikinci cumhuriyetçi postmodern kıbleli… Belirli dergilerden, belirli yayınevlerine geçti. Entegre bir fabrikanın ürünleri gibi kucaktan kucağa atlayarak “pazara uygun”luk belgesiyle okur karşısına çıkarıldı. Faulknar-W. Wolfların kopyacıları oldu. Bir tür dinsel tapınmayla bu yazarları soğurdu. Onları kendilerinde yaşatıp yeniden var etmeye çalıştı. Bu hâlen sürüyor.

Çoğu edinilmiş, kazanılmış “öykücü”, “yazar” değil asla. Hepsi de “yüklenilmiş öykücü, yazar” Sanal Matrix’in sanalları, öykücü, yazarları…

1980 sonrası gelişmelerden biri kadın öykücülerde/yazarlarda olan patlamadır. Feyza Hepçilingirler – Ayşe Kilimci – Ayla Kutlu – lşıl Özgentürk – İnci Aral – Suzan Samancı – Füruzan – Zeynep Aliye – Gülseren Engin gibi yazarlarımız kendi renkleriyle, algılarıyla dillendirmeleriyle bu olumsuz süreçte yerlerini sağlamlaştırdı. Burunlarının direklerini sızlatan gerçekliklerden yapıtlarını soğurdular.

Sonuç

1980 sonrası öykücülüğümüzün itici güçlerinden biri olan ödülleri anımsamak gerekir. Akademi Kitabevi Edebiyat Ödülleri’nin öykü dalı 1980’den itibaren pek çok yeni adın öykü dünyasında yer almasını sağladı. Yunus Nadi Armağanı Yarışması‘nın, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Tanpınar, Tomris Uyar, Oğuz Atay gibi değerler adına konan öykü ödülleri gibi yarışmalar da yeni öykü yazarlarının edebiyata katılmasını sağladı. Tabii ki öykü ödülleri bu verdiğim adlarla sınırlı değil, biliyorum. Çünkü hemen hemen her dergi, her yayınevi, her il kendi şiir, öykü, roman, araştırma ve inceleme ödülleri veriyor demek bir abartı sanılmaz bence. Gelecek ne gösterir bilmiyorum, fakat gerçek öykü/hikâye/ler ve gerçek öykücü/hikâyeci/ler hepimizin ilgisini bekliyor demeden edemeyeceğim.

Çünkü “Öykü maçını nakavtla kazanmak zorunda olan bir boksördür” deniliyor.

Gerçek öykü severler de nakavtçı boksörlerin tarafında ve safında olmalıdır.

Yazar

Verified by MonsterInsights