Ne Münasebet!

Bir şefkat(sizlik) hikayesi izledim yeni. SAR adlı bu dans tiyatrosunda yine Mihran Tomasyan’ın parmağı vardı. Resmi PR’cısı olsan ancak bu kadar yazardın dedi bir arkadaş. Çoraklaşan şu ortamda, ticari kaygıyı elinin tersiyle itip, bir derdi olup, üstelik bunu güzel anlatan işler görünce mal bulmuşa dönüyorsam ne yapayım? İçime işleyen, kalbime dokunan şeyleri paylaşıp yaymak istiyorum.

Ölmüşlerin arkasından pek konuşulmaz ama ölümümüz nasıl yaşadığımızla alakalı çoğu zaman. Hele ki ölen en yakınlarımızdansa içimiz daha bir yanar, yaşayamadıklarına yanarız, yarım kalmış hevesleri içimizi sızlatır, söyleyemediğimiz güzel sözler gibi. Babam ölünce hiç yurt dışına çıkmadığına ne çok üzüldüğümü hatırlarım, kendim gezip onu neden bir kere bile götürmedim diye ince ince utandığımı, gittiğim yerlerden eve gönderdiğim kartpostallara rastlayınca gözümün dolduğunu da. 

Çocukken herkesle ve her şeyle oyun oynayabiliriz; cins, tür, nesne seçmeden. Peki, çocukluğun hangi dakikalarında bir zamanlar terli terli su içip, evden bir dilim ekmek kapıp koşa koşa oyuna dönüşümüzün coşkusu kaybolur? Oyun arkadaşımızın artık bize kıtalar kadar uzak olduğunu hissettiğimiz an neyle başlar peki? İlk acılaşma anı işte o an. Mezhep, sınıf, dil, din, statü gibi kavramları bilmeden uzaklaşırız o oyun arkadaşından. 

Her yıl 19 Ocak’ta bir anı paylaşır sosyal medyada takip ettiğim arkadaşlarım. Biri var ki her paylaşıldığında içimi çok acıtır, Sarah Dink’in babası hakkında söyledikleri pek gönençli baba kız ilişkisinin böyle ansızın kesilmesine ilişkin; “Ben ne zaman kafam karışsa, içinden çıkamadığım bir durum olsa babamı ararım” anlamına gelen bir cümlesi var ki kalbimi acıtıyor her okuduğumda. Her kız çocuğunun değil her insanın böyle bir insanı olması ne büyük zenginlik! Hele ki bu insanın hep sabit kalması, arayacak insanın her zaman orada bir yerde bulunması.

Çok Okunanlar

Yakındaki etkinlikler