Pier Paolo Pasolini, 2 Kasım 1975’te bugüne kadar yargı önüne çıkarılamayan katiller tarafından hunharca öldürüldüğünde 53 yaşında idi. İşlenen cinayetin üzerindeki sis perdesi yıllar süren araştırmalar ve spekülasyonlara rağmen henüz ortadan kalkmadı.
Ancak Pasolini’nin neden öldürüldüğü konusunda ortak bir kanı mevcut: Eşcinsel kimliğini gizlemeyen ve bu tercihinden dolayı İtalyan Komünist Partisi’nden ihraç edilen ve İtalya’da öncelikle bir yazar sonra da sinema yönetmeni olarak tanınan Pasolini, İtalyan devleti ve üst sınıflarını gerek film gerekse de makaleleri, eleştirileri, romanları ve şiirleri ile sürekli olarak kızdırdı; mahkemeler önüne çıkarılarak yargılandı.
Son yıllarda ABD’den İtalya ve İspanya’ya kadar uzanan bir dizi ülkede Pasolini ve eserlerini anlatan sergiler açıldı; filmleri yeniden gösterildi ve kitaplarının yeniden basımları yapıldı. Ülkemizde ise Selahattin Yıldırım’ın Pier Paolo Pasolini (Agora Kitaplığı, 2011) adlı kitabı dışında kapsamlı bir eser yayınlanmadı ancak Pasolini’nin yaşamı, eserleri ve düşünceleri etrafında şekillenen bir tartışmanın, günümüzde yeni bir arayış içinde olan gençlik ve sol kesimler için öğretici olacağını vurgulamak gerekiyor.
Pasolini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da tüketici kültürün bir hastalık gibi yaygınlaşıp gerek ulusal gerekse de yerel ve sınıfsal düzeyde zengin ve değişik kültürleri nasıl yok ettiğini gözlemledi. İtalya’da savaş sonrası yaşanan ekonomik kalkınma ve halkın yaşam düzeyindeki yükselmenin işçi sınıfı içindeki alt kültürlerin ortadan kalkması gibi bir sonuç yarattığını vurgulayan Pasolini, yeni kültürün ana taşlarını ”mutluluk,” ”tatiller” ve ”eğlenti zamanları” olarak tanımladı. Bir kanser gibi yaygınlaşan tüketim kültürünü faşizm ile karşılaştırdı: Hitler ve Mussolini gibi faşist diktatörlere karşı durmak ve onları yenilgiye uğratmak mümkündü ancak, yeni faşizmi yenilgiye uğratmak çok daha zor olacaktı. Yeni faşizm olarak nitelenen tüketici kültürü burjuvaziyi temsil ediyordu. Yoksulluğu dünyadaki en dayanılmaz şeylerden biri olarak tanımlayan Pasolini, emekçi sınıfların kendilerine özgü alt kültürlerinin yerini egemen sınıfın kültürlerinin almasını büyük bir acıyla vurguladı. Örneğin, geçmiş zamanlarda üst sınıfların, işçilerin ve köylülerin kültürlerinin bir bileşimi ulusun kültürünü belirlerken, eski iktidarların özlem duyduğu homojen bir kültür birdenbire gerçeklik haline geldi ve bir ulusun kültürünü bileşenlerine bakarak tanımlamak imkânsız hale geldi. Aynı şekilde, eskiden yoksul ve işçi olmak bir gurur meselesi iken, değer yargılarının tüketime endekslenmesi sonucu gururu içinde barındıran sınıfın alt kültürü ortadan kaldırıldı. Aynı elbiseler, aynı saç modelleri ve aynı zevklere sahip kitleler, dil de dahil olmak üzere bir dizi alanda tekdüzeli yaşamları benimsemiş, çeşitlilik ortadan kaldırılarak tek boyutlu, homojen ve edilgen bir toplumun temelleri atılmıştı. ”Yeni faşizmin…amacı dünyanın vahşice totaliteryen bir şekilde yeniden organizasyonu ve benimsenmesi idi.” (Pasolini, 1974) Pasolini, ayrıca medya ve özelikle televizyonu yüzsüz yeni iktidar ya da yeni faşizmin etkin araçlarından biri olarak gördü: ” TV sayesinde burjuvazi, her ideal için aşağılayıcı bir ironi ile konuşabildi; şakaları trajediye dönüştüren bir ses- ruhun ölümü için milyonlarca aday.” (Pasolini’s Rage (La Rabbia di Pasolini filminden alıntı.)
Emekçi kesimlerin kendi kültür ve değerlerini bir tarafa bırakarak egemenlerin değerlerini içselleştirmesi konusunu gerek edebi eserleri gerekse de filmlerinde kurgulayan Pasolini, bu minvalde geliştirdiği konformizm eleştirisini yaşamı boyunca sürdürdü; konformizmi baskı ile özdeşleştiren Pasolini’nin eserleri okur ve izleyicileri kendisi gibi düşünmeye teşvik etmekten daha ziyade provoke etmeye, düşündürmeye, araştırmaya ve eleştirel bir bakış açısı geliştirmeye yönelik idi.
Pasolini bir mülakatta konformizmi çarpıcı ifadelerle tanımlar: ”Konformizm, topluma entegrasyonun getirdiği çöküştür diyebiliriz. Ortalama bir insan kendisi ile gurur duyar ve herkesin kendisi gibi olmasını ister. İndirgemecidir; tutku ve samimiyete inanmaz, insanların kendilerini açığa vurması ve itiraflarına inanmıyor çünkü ortalama insanın böyle şeyler yapması beklenmiyor. Ancak, diğer karakteristik; denk ve karşıt, bu bilinç sınıf bilinci değildir, ahlakidir, politik bir bilinç değildir.” (Stark, 1969)
Konformizm eleştirisi içinde Pasolini, Marksizmi ahlakçılıktan kurtarmayı da dener: ”Burjuvaziye duyduğum nefret belgelenemez ve tartışılamaz. Orada ve öyle duruyor. Ancak bu, ahlaki bir kınama değildir; tümden ve bahanelere sahip değil, ancak temelinde tutku var, ahlakçılık değil. Ahlakçılık İtalyan solunun bir kısmının bilinen bir hastalığıdır, böylece belirgin burjuva ahlaki değerler Marksizme ya da nasıl söylenirse söylensin, komünist ideoloji içine taşındı.” Türk solunun bazı kesimlerinin bıkmaksızın yayınladığı devrimci ahlak ve tavır üzerine yazı ve kitapları hatırlayınca, ahlaki kaygılardan kaynaklanan düzen karşıtlığının mevcut olanın aşılmasından ziyade benimsemesi gibi bir öğeyi içinde barındırdığı ve dolayısıyla da konformist karakterini anlamak gerekiyor.
Pasolini’nin İtalyan derin devleti tarafından katledilmeden birkaç saat önce yaptığı bir görüşmede söyledikleri ise hepimize yapılmış ironik bir uyarıyı gibidir: ”Ben cehenneme gidiyorum ve başkalarının rahatını kaçırmayan şeyleri gözlemliyorum. Ancak dikkatli olun. Cehennem sizlere doğru hareket halinde.” (Pasolini, 1975)
Kaynaklar:
Stack, Oswald. Pasolini on Pasolini. Bloomington and London: Indiana University Press, 1969.
Hirschman, Jak, In Danger, A Pasolini Anthology. City Lights Books,2010
Pasolini on conformism | Futures and Pasts, (http://futuresandpasts.wordpress.com/2008/02/22/pasolini-on-conformism/)
Bu yazı ilk kez Mesele Dergisi’nin Ocak 2014′ tarihli 85’inci sayısında yayınlanmıştır.